İnsan sahip olduğu sıfat ve nitelikler itibariyle müstesna bir konuma sahiptir. Bu müstesna konum, insanların bazı temel haklara sahip olması ve korunması gereksinimini de beraberinde getirmektedir. Her insan, insan haklarının özü olan “insan onuruna” sahip olarak doğmaktadır. İnsan onurunun yaşamın her kademesinde her türlü saldırıdan korunması gereksinimi, insan hakları olgusunun da ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Tarihsel perspektiften insanlığın “hak arayışı” analiz edildiğinde bu arayışın insanlık tarihi kadar eski olduğu gözlemlenmektedir. Bu hak arayışı neticesinde birçok kurum, norm ve mekanizmalar ihdas edilmiştir. “İnsan hakları çağı” olarak ifade edilen 20. yüzyılda insanlığın şahit olduğu iki dünya savaşı, bir hak öznesi olarak insanların haklarının ihlali durumunda nasıl tabloların ortaya çıkabileceğini acı deneyimlerle ortaya koymuştur. Bu deneyim; evrensel, bölgesel ve ulusal düzeyde insan haklarının daha etkili yöntemlerle korunmasını ve güçlendirilmesi gereksinimini belirginleştirmiştir. Özellikle II. Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan yoğun ve sistematik insan hakları ihlalleri, tüm aktörlerin iş birliği içerisinde hareket etmesinin önemini ve zaruriyetini ortaya koymuştur. 10 Aralık 1948 tarihinde geniş bir mutabakat ile kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile insanların hak öznesi olması bir kez daha teyit edilmiş ve insan haklarının kurumsallaşmasına giden önemli bir adım atılmıştır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ‘herkesin ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahip olduğunu’ ifade etmektedir. Bildirge her ne kadar bağlayıcı bir metin olmasa da kendisinden sonra ihdas olunan bütün insan hakları metinlerinin referans aldığı temel bir norm haline gelmiş ve manevi bir bağlayıcılık kazanmıştır.
Bugün dünyanın farklı coğrafyalarında yoğun biçimde insan haklarının ihlaline tanık olunmaktadır. Başta yaşam hakkı, adil yargılanma hakkı ve ayrımcılıktan korunma hakkı gibi en temel hakların dahi yoğun biçimde ihlali, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi noktasında atılması gereken somut adımların gerekliliğini gözler önüne sermektedir.
İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesi noktasında misyon üstlenen ulusal ve uluslararası aktörlerin sorumluluklarını hangi düzeyde yerine getirdiği önem arz etmektedir. Bu noktada bazı aktörlerin iyi pratikler ortaya koyamadıkları da aşikardır. Ancak insan haklarının; korunması ve geliştirilmesinden sorumlu aktörlerden, kurumlardan ve normlarından bağımsız bir “ide” olarak değerli ve vazgeçilmez olduğu hatırda tutulmalıdır. Bir ide olarak insan hakları, insanların insan olarak müstesna konumunu teyit ederek güçlendirmektedir.
10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü vesilesiyle, Evrensel Bildirgede de açıkça ifade edildiği üzere “İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan onurun ve onların eşit ve vazgeçilmez haklarının tanınmasının dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli” olduğunu hatırlatıyor; insan hakları idesinin en etkili biçimde pratize edildiği, bu alanda sorumluluklar üstlenen tüm aktörlerin misyonlarını en iyi biçimde icra ettiği ve insan hakları ihlallerinin son bulduğu bir dünya temenni ediyoruz.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.